izlerle kalben ve zihnen ayda bir buluşuyoruz. Dertleşiyoruz. Konuşuyoruz. Anlaşıyoruz ve üzerimize düşen vazifeleri yerine getirme sözünü verircesine, tekrar buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Elinizde bulunan Ribat’ın Temmuz sayısında güncel, taze ve gerekli bir konuyu sizlerle paylaşmak geldi içimden. Bizler yazılarımızdan, mesajlarımızdan, sizler ise okumalarınızdan, anlamalarınızdan imtihan edileceğiz. Her ikimizin de bu imtihanda başarılı ollabilmemiz için, buyurun mesaj ikramımıza, afiyet olsun.
Hizmet, bedenimizin, beynimizin ve kalbimizin ortaklaşa yaptığı ve karşılığının Rabbimizden beklenildiği her çeşit meşru gayretlerimize verilen bir isimdir. Veya dinimizin ve aklımızın meşru, uygun görmediği her çeşit kötülüğü, iyiliğe ve güzelliğe çevirmek için, elimizle, dilimizle ve kalbimizle verdiğimiz mücadeledir, hizmet. Yeter ki her iki gayretin veya hizmetlerimizin karşılığını Allah’tan bekleyelim. Son ümmet olan bu ümmeti hayırlı kılan, öne çıkaran özellik, iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak mücadelesidir. Adına hizmet dediğimiz tüm gayretlerimizi taçlandıran konu ise bu vazifeyi hak ettiği şekilde yerine getirmektir. Kendimizi ihmal etmeden, görmezden gelmeden, nefsimize karşı hâkim ve savacı, karşımızdaki insanlara karşı da avukat rolüne bürünerek bizden istenen vazifeleri yerine getirmek, beklenilen her türlü yardımın, himmetin üzerimize yağmur gibi yağacağına inanmayı gerektirir.
Hizmetin, hizmet sahibine vereceği mutluluk, elbette yapacağı işin farkına varmakla mümkündür. Yani farkında olarak yapacağımız meşru veya caiz olan her türlü hizmeti, büyük bir heyecanla yerine getirmekten insan bıkmaz ve usanmaz. Yeter ki farkında olalım. İnsanı bıktıran, usandıran, yıldıran sebep, yaptığı işlerin, hizmetlerin, ibadetlerin farkına varmamaktır. Hizmetlerin farkında olmak demek, hizmetleri götürdüğümüz insanın, bizzat Allah tarafından yaratılmış bir varlığa hizmet yapıldığı bilincini, şuurunu elde etmektir. Bundan dolayı irfan ehli ne güzel demiş: Halka hizmet, Hakka hizmettir.
Yapacağımız hizmetler ister küçük, ister büyük olsun. Veya kısa, orta ve uzun vadeli olsun, dikkat edeceğimiz husus, kalbimizin bizi yaratan Allah’a ne kadar yakın olduğudur. Hikmet dolu bu konunun mahiyetini öğrenmek o kadar da zor değildir. Eğer hizmetlerimiz uzun menzilli alanlara uzanma özelliğine kavuşmuşsa, bilelim ki kalbimiz rabbimize yakınlaşmıştır. Dikkat edecek olursak, bu ümmet yerleşik ümmet değil, seyyah olan bir ümmettir.
Konuyu ister Hira Mağarasından ister Söğüt Kasabasından başlatalım, yeryüzü coğrafyasına açılımla medeniyetlerin kurulması, seyyah olan ümmetin temel şiarını ispatlamaya yeter ve artar bile. Bu gerçeğin bir başka belgesi ise seyyah olan ümmetin yeryüzünde bir metre kare toprak parçasını dahi işgal etmemiş olmasıdır. Batı sürekli işgal ederken, Müslüman ümmet sürekli fetihle, fütuhatla hareket etmiştir.
Buraya kadar sizlere takdim etmeye çalıştığımız bu ciddi konunun bir başka adresine projeksiyonumuzu çevirelim. Hizmet kimliğimizin beden, zihin ve gönül gücünün sisteme kavuşması dediğimiz vakıflarımız, derneklerimiz bir kurum, birim olarak insan kadar bir değere sahip olduğu gerçeğini kavramak gerekir.
Hz. Süleyman’ın atlarla ilgili gerekçeli sözü, bu mesajımızın adeta ruhudur. Sad Suresinin 32 ayetine dikkat edelim:
“Ben dünya malını, sırf bana Rabbimi hatırlattığı için severim. Bu atları da yalnızca Rabb’imin rızası için seviyorum. Çünkü onlarla Allah yolunda cihad edilecek, mazlumların hakkı korunacak, huzur ve adalet sağlanacak, derdi. Ve atlar koşarak uzaklaşıp gözden kayboluncaya kadar onları hayranlıkla seyrederdi.” (Sad, 38/32) Kısa tefsirli meal.
Şimdi bu gerçekten hareket ederek, vakıf veya dernek binalarının, kapılarını, masa ve koltuklarını, pencerelerini bir bina olarak görmenin ötesinde, metafizik ötesi taşımış olduğu kimliğini de görmeye çalışalım. Cihat atının yerini alan arabalarımız, masalarımızın üzerinde olan kalem ve bilgisayarlarımız, telefon ve not defterlerimiz, kim için, kimler için hizmetlere alet olmakta, sebep olmaktadır? Tüm bu eğitim ve öğretim, hizmet ve gayretlerimizin araç ve gereçleri ve bunların organizesine vesile olan vakıf ve dernek binalarını, Sad Suresinin ilgili ayeti ile tahlil edelim ve dinin nasıl bir heyecanla yaşanabileceğine olan imanımızı yeniden tazelemeye çalışalım, desem, hata etmiş olur muyum?
Yine hizmetlerimizi yürütmeye vesile olan araç ve gereçlerimizi ve hizmet binalarımızı mercek altına aldığımız zaman, neleri göreceğimizi tahmin edebiliyor muyuz? Peygamberimizin,” içinde Kur’an okunan bir ev, sahibine genişler”,mealindeki uzun hadisini hizmet yerlerimize taşıyalım ve derin derin düşünelim. Peygamberimizin cihada giderken ve cihattan döndüğünde yatıp kalktığı evine değil, doğruca mescide gittiğini ve daha sonra evine vardığını, arka bahçesi ve hikmeti ile düşünelim.
Hizmetlerimizin konuşulduğu, stratejilerimizin ele alındığı, hedef ve projelerimizin tespit edildiği vakıf ve dernek binalarımızın, istirahat ettiğimiz evlerimizin önünde mi yoksa arkasında mı olduğunu vicdanlarımıza sorarak, cevabını oradan almaya çalışalım.
Yine Ashabın, “ Annem-babam sana feda olsun Ey Allah’ın Resulü” diyerek efendimizi birinci sıraya koyduğu gibi, Mekke’ de Daru’l Erkamı, Medine’ de ise Mescid-i Nebeviyi hayatlarının birinci adresi olarak gördüklerini tarihi bir kıssa olarak değil, kıyamete kadar devam edecek hizmet kervanlarının eskimez, pörsümez bir kılavuzu, rehberi olduğuna dair tavrımızı gözden ve gönülden geçirelim.
Yine biliyoruz ki savaşlar, hizmetler karargâhtan yönetilir. Hangi çeşit ve kaçlık mermi yapılacağının ve kullanılacağının tespitini karargâh yapar. Kendi kendimize yapamayız. Herkes aklına geleni yapamaz. Uhut Savaşının mağlubiyetinin altında yatan acı gerçek, karargâhın talimatına karşı alınan hatalı bir tavırdır.
Bugün hizmet hayatımızın karargâhları vakıf ve dernek binalarımız ve bu yerlerde hizmetin plan ve programını yapan beyin kadrodur.
Hizmet kimliğimiz bu özellikleri taşımadığı zaman “ Himmet Efendim” isteğinin cevabı: “Hizmet evladım”, olarak noktalanır.
Hizmet insanının hassas olacağı en önemli konulardan biri de, hizmetin karşılığını bizzat Rabbimizden istemek ve beklemektir. Çünkü bir gayretin hizmet olması için karşılığı Allah’tan beklenilen bir tavırla gerçekleştirilmesi gerekir. Hizmet adamı, tüm gayret ve hizmetinin karşılığını Allah’tan bekler, koşar ve koşturur, bunun dünya bağlantılı ücreti adeta otomatik olarak sahibini bulur. Pazarlık konusu olan ortamlardaki yapılan antlaşmalar, çalışma, emek ve ücretle organize edilir ki bu gayet normal bir durumdur.
Buradaki hassas nokta şudur: Hizmet insanları, nasıl birinci sıraya Allah ve Rasulünü koymuşsa, Allah’ın vereceği ecri de 1. sıraya koyarak hizmete başlar ve dünyalık imkânlar tüm bereketi ile kendiliğinden gelir. Bu konu, hayalî bir anlayış değil, tam aksine bir hakikattir.
Bu ayda sunduğumuz mesaj, fıkıh terazisinde tartılacak bir konu olarak değil, Peygamberlere varis olanların dikkatlerini çekecek ince ayarlı bir mesaj olarak ele alınmalıdır. İbadet ve hilafet görevi ile dünyaya gelen her insan, elbette rızkı ile gelir. Ne var ki ahireti, dünyanın önüne koyanlar hem huzurlu hem de bereketli bir hayat yaşamalarına rağmen, dünyayı ahiretin önüne koyanlar aynı huzuru ve aynı neticeyi tadamamaktadırlar.
İnsanın omzuna, sırtına konulan ahiret ve dünya yükü olarak iki tane yük vardır. Allah’ın sırtımıza yüklediği yükü birinci sıraya koyduğumuz zaman, Rabbimiz dünya yükünün taşınmasını kolaylaştırıyor: “ Sırtındaki yükünü kaldırıp, vazifeni, görevini kolaylaştırmadık mı? Belini büken ve tek başına asla altından kalkamayacağın o ağır yükünü.” (İnşirah, 94//3-4)
Hülasa: Bu mesajımın, maaş, bodro, fazla mesai gibi konularla karıştırılmamasını istirham ediyorum. O fıkıh alanında ele alınacak bir konudur. İnsan çalışır ve çalışmanın karşılığını elbette alacaktır.
Hizmet, Rabbimizin bizleri sorumlu kıldığı, sosyal kulluk vazifemizdir. Bu vazifenin yaşla, başla, emeklilikle, para ve pul ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Hizmet adamının hayatı, bütün yaratılmışlara hizmet sayesinde, bereket, mana derinliği ve yücelik kazanır. Fani bedenini Allah için hizmet yolunda kurban eden kişi, ölümsüz olan ruhunu, ebediyen azad etmiş olur.
Hizmet kimliği ile insanın iki yönü vardır. Bir yönü ile çınar ağacına benzer. Çınar ağacı, büyük bir ihtişama sahiptir, asırlar boyunca da yaşayabilir. Lakin çınar ağacının herhangi bir meyvesi yoktur. Hatta gövdesinden kereste bile olmaz, sadece yakacak olarak kullanılabilir. Fakat bir zeytin ağacı, dikildikten bir sene sonra, hemen meyve vermeye başlar. Hâlbuki bir çınar kadar ihtişamı da yoktur.
İnsan da zenginlik, ilim, sıhhat v.s gibi maddi ve manevi bakımdan muhteşem imkânlara sahip olduğu halde, çınar ağacı gibi meyvesiz yaşarsa, kendisine yazık etmiş olur. Akıllı bir insan, zeytin ağacı misali hemen meyve vermeye, etrafına faydalı olmaya başlar. Onun meyvesi ise tüm mahlûkata hizmettir.
Allah’a ibadet etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevi Allah’a ibadet makamındadır. Bunun için Rabbimiz, dinine hizmet eden ve kullarının sıkıntılarına çare olmaya çalışan kimselerin hususi sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşguliyeti kendi derdinden ibaret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.